25 Aralık 2009 Cuma

Tanımlanamayan Betimleme

Tabiri caiz olmayan görüntüler canlanıyor gözlerimin önünde. ''Anlat!'' desen, kelimeler kifayetsiz kalıyor. ''Açıl!'' desen, platinle mühürlenmiş kilitler izin vermiyor. Hissediyorum. Hissettikçe gerçekleşiyor, gerçekleştikçe can yakıyor. Bedenimin sınırlarının eksenine menziller belirliyorum. Hayal gücümün etrafına ise ne surlar koyabiliyorum, ne de hendekler kazabiliyorum. Hal değiştiren cisimlerin fiziki sınırlarından farklı, boyut değiştiriyor düşünce eylemlerim. ''Konuş'' desen, konuşamıyorum, dil düğümleniyor ağzımın içinde. ''Paylaş'' desen, seni kimseyle paylaşamıyorum, tek parça, hacmin genişliyor ruhumda. Kızgın alevlerin sarmaladığı bedenimi, sönsün diye denizlere atıyorum, debelenirken yanmaya devam ediyorum, dibe battıkça ateş coşuyor. Boğulmak ve yanmak arasında gidip geliyorum, her ikisini seçiyorum. ''Silkelen! Kendine gel!'' desen, kendime gelmek istemiyorum. Kendime geldikçe gerçeklik güç kazanıyor, güç kazandıkça acıtması zenginleşiyor, artıyor. Kendimi, gerçeklik dışı bir boyutta yaşamaya adapte ediyorum farkında olmadan, cisimler yeniden anlamlanıyor, anlamlar ağırlaşıyor. Sırtıma dünyanın yükünü yükleyip göç etmek istiyorum. Ama şunu biliyorum; ''efkar'' eğer içindeyse, nereye gidersen git, yanında geliyor. Bağlarımı koparıyorum. Kendimi arkadaşlarımdan uzaklaştırıyorum. Kıyamıyorum hiç birine. Yanlarında durdukça daha da koymaya başlıyor canlarını sıkmam. Ailem protesto ediyor odamda geçirdiğim zamanları. Endişe içinde bahaneler yaratarak kontrol ediyorlar beni. Biliyorum. Dünyanın manyetik alanının frekansları ile benim frekanslarım çatışıyor. Dünya büyük, güçlü.. Bastırıyor beni. Titreşimlerim kuvvetleniyor ve derinleşiyor. Derinleştikçe daralıyorum. Yüzeyselliği özlüyorum. Zevk almıyorum var oluşumdan. Layık olduğum yer bana dar geliyor. Yığın halinde parçalara ayrılıyorum; her parçama farklı işkenceler uygulanıyor, itiraz etmiyorum. Gerekçeler yaratıyorum, hak vermeye çalışıyorum hallerime. Ama ne şimdiki, ne geçmişteki, ne de gelecekteki halime sığıyorum. Sinmiyor üstüme başıma, beden beden bol geliyor. Tuhaflaşıyorum. ''Ne halin varsa gör!'' desen, eyvallah çekip sinemde arşivliyorum. Kılçıklanıyor lokmalarım, çatallanıyor mideme giden yolda. Kendim için endişeleniyorum. Endişemi umursamıyorum..

Anlatmaya doyamayacağım masumiyetler içeriyorsun. ''Anlat'' desem, dünyanın gaz ve toz bulutu halinden başlayıp günümüze kadar, bütün güzelliklerini, sendeki yansımalarını, zevk alışını ve mutluluğunu paylaşıyorsun benimle. Bir manzaranın sende yarattığı ruh halini tasvir ederken manzarada yerini buluyorsun. Anlattığın tabloda sen de yerini alıyorsun, ya o derelerin serin sularında yıkanırken, ya o çayırların engin yeşilliklerinde dolaşırken ya da o çınarların gölgelerinde uyuklarken buluyorum seni. Kavrıyorsun, yaşıyorsun, zevk alıyorsun. ''Açıl'' desem, bir kelebeğin kanat çırpışlarının üzerinde yarattığı hissiyatı bana parsel parsel betimliyorsun. Bir peygamber devesinden güç alıyor, bir yusufçuktan uçmayı öğreniyor, bir yağmurdan dokunmayı kavrıyorsun. Yoğuruyorsun içinde ve şekillendirip huzurla, masumiyetle paketleyip sunuyorsun. Bir telefon konuşmasından bile mesafelerin imkansızlıklarını kırıyor, varlığını hissettiriyorsun konuştuğun kişinin oturduğu koltuğun baş ucunda. ''Konuş'' desem, perilerin şivesi ile şekillendiriyor ve anlamlandırıyorsun, anlatmak istediğin kavrama denk gelen kelimeye can veriyorsun. Daha önce kurulmamış cümleler kurup, daha önce dokunulmamış hissiyatlara gark ediyorsun bu latin harflerini. Kulaklarım bile bu titreşimin farklılığını kavrayabiliyor, saygı gösteriyor ve şükrediyor. ''Paylaş'' desem, kendi önündekini benim önüme koyuyorsun, senin olan benim oluyor, sınırlara inanmıyorsun. Paylaşıyor olmanın verdiği zevk ile mest oluyorsun, ağzın kulaklarına varıyor, yaşıyorsun, hayattasın. ''Silkelen! Kendine gel!'' dememe sebep yaratmıyorsun; evren sende, dünya sende, sen kendindesin. İlahi bir uyum içinde zamana anlam katıyorsun. Her saniyeyi hissediyor, her anın farkına varıyor ve kıymetini biliyorsun. Güzel bir hayatın, güzel bir geleceğin, ve bunu dibine kadar hak eden yaratılışın ile Tanrı'yı gururlandırıyorsun.

Sana yakın olmak; daha önce okumadığın bir kitabın gelişigüzel bir sayfasını açıp, okumaya başladığında, hikayede hiç yabancılık hissetmemek gibi. Sana yakın olmak; daha önce gitmediğin bir şehirde, bir kahvehaneyi, elinle koymuşsun gibi bulmaya benziyor. Sana yakın olmak; daha önce görmediğin, varlığını bilmediğin bir insanda, benzerliklere hayret etmek gibi. Sana yakın olmak; sırtüstü yatıp yıldızları izleyip, hikayeler anlatmak gibi. Ben böyle bir kalp, böyle bir kişilik, böyle bir güzellik görmedim. Sana yakın olmak; seni harcamak gibi, ziyan etmek gibi. Arkamı dönüşüm hayranlığımdan. Ben bu hissiyatı bilirim. Zamanın varken, fırsatın varken uzaklaş benden. Ben seni etkilerim, kendime benzetirim. Sana yakın olmak; yürüme engelli bir hastanın, hastalığını yenip, tekerlekli sandalyesinden kurtulduğu ilk gün, aşil tendonlarını kesmek gibi. Ne masumiyetine gölge düşürebilirim, ne asaletine çamur sıçratabilirim, ne de güzelliğine göz değdirebilirim. Hayatın bir peri masalı kurgusunda, kendi gerilim filmime izleyici yapamam seni. Buhranlarıma ortak edemem seni. Solmana izin veremem.

23 Aralık 2009 Çarşamba

İmkansızlık Okyanusu

Yazdan kalma bir gün.. Sıcak hava, çarşaf gibi bir deniz.. Berrak, açık renkli, tertemiz su.. Hafif tuz kokusu burunlarda.. Sımsıcak kumlar..

Denizin kıyısında bir balık.. Açıklara gitmeye çekinen bir yaratık, avuç içi kadar küçük ve önemsiz.. Kıyıda gezinip duruyor..

Denize giren bir kadın. Baştan aşağı asalet ve masumiyet kokan teni..
Dalga yaratmayan hareketleri, cesur adımları, metanet dolu mizacı ve coşkunluk derecesinde dinginliği ile suyun bedenine temasından zevk alışı..

Bu kadını izleyen balık, şaşkınlık içinde, gözleri yuvalarından fırlarcasına ve solungaçları ışık hızına yaklaşan bir hızla çırpınırcasına heyecanlı.. Bir yansımaya vurgun, bir varoluşa şükreder halde.. Deniz kıyısında küçük bir balık, gördüğü kadına sırılsıklam aşık..

Kadın farkına varır, bir kaç adım atar balığa doğru. Balık ürkek, sarhoş bir şekilde hafifçe yüzer kadının istikametine. Kadın elini uzatır, bakar.. Sımsıcak gülümsemesi ile içinden ''ne dostane bir balık..'' diye düşünür.

Balık zekidir. Anlar, korkar.. Bir balıkken bir insana aşık olmasının sonuçlarından korkar. Bir insanın bir balığa dostluk hissetmesinin hissiyatından çekinir. Bir balık olarak ömrünün nasıl geçeceğinin farkındadır balık ve ani bir hareketle arkasını döner. Derinlere yüzmeye başlar var gücüyle..

Kadın kızgındır balığa, arkasını dönmesine, açığa gitmesine, hızlı yüzmesine sinirlenir. Balık ardına bakmaya korkar, göz göze gelmekten kaçınır. Önünde uçsuz bucaksız bir okyanus vardır; aldırmaz.

Balığın imkansızlıklarına isyanına döktüğü göz yaşları, yaratılışına kızgınlığının serzenişleri, küçük yüzgeçlerinin küçük kulaçlarının ona sağladığı ivmeye kırgınlığı harman olur yayılır okyanusun dört bir tarafına. Yayılır da okyanus hala aynı okyanustur, değişmez dengeleri.. Kuralları vahşidir. Balık ziyan olur gider. Kadın, balığın ziyanından bihaber, sahile doğru ilerler..

Bir insanın bir balığa duyabileceği sevginin şekli bellidir. Bir balığın bir insana hissedebileceği aşkın sonuçları nettir.

Ellerimizde olan, yaşanmış güzel anlar ve yaşanmamış pişmanlıklardır. Süreç zor ilerler; kimsenin gücü bunları ellerimizden almaya yetmez. Adalet, herkesin iyiliğidir.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Hayali Umut


''Umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.'' Friedrich Nietzsche


Zamanın rasgele bir kesitinde, rasgele bir şehirde, rasgele bir karakteri canlandırıyor olmanın rasgele sorumluluğu ile başlıyordum günlerime. Bu rasgeleliğin seyrini bozmamak için sorumluluklarımı yerine getiriyor, böylece topluma uyum sağlama çabam beden buluyordu. En azından farkına varılmıyordum, benim için en mutluluk verici olan şey buydu..

Kah kaldırımda bir çekirdek kabuğunu yuvasına taşımaya çalışan bir karıncayı izliyor, yoruluyor ve öykünüyordum; kah bir kahvehanede, kenarda oturup sigarasını içen yaşlanmış insanlara bakıp dinleniyor ve hayıflanıyordum. Görebiliyor olmanın zevki, gördüklerimin acısıyla bütünleşiyor ve beni buna bağımlı hale getiriyordu..

Bu günlerimi, buna benzer günlerim takip ediyor, ve ben harmanlanarak yuvarlanıyordum bir günden, bir başka güne. Rasgele günlerimin birinde, o günün rasgele olmamasını istedim..

.....

Hazırlanmaya başladım. Hem de ne hazırlanma.. En beğendiğim kıyafetleri giydim. En sevdiğim kokuları sürdüm. Saçıma sakalıma, en titiz ilgimi gösterdim. Evimin kapısına doğru ilerledim. Cukkamı kontrol ettim. Ayakkabılarımı giydim, aynadan son kez kendime bakıp, vay be dedim..

Sözleştiğimiz yerde beklemeye başladım, sözleştiğimiz saat yakındı. Sokağa göz gezdirdim. ''Ne farklı hayatlar; ne farklı kavgalar..'' dedim içimden. Gelme zamanının yaklaştığını fark edip, en güzel duruşumu aldım. Başlangıç önemlidir, nasıl başlarsa öyle devam eder..

Ardından sen geldin, yüzünde gülümsemen, ellerinde umutların, bakışlarında beklentilerin.. Yani baştan ayağa sen. Senle beraber, neşem geldi, zaman durdu..

Nadiren konuşarak yan yana yürümeye başladık. Başlarımız aşağıda, yüzlerimizde belli belirsiz utangaç tebessümler.. Yanımda olman tarif edilemez bir huzur, aitlik ve gurur duygusu uyandırıyordu bende. Hissedebiliyor olmama şükretmemi sağladın..

Derken su gören bir mekana oturduk. Çay söyledik.. Ben konuştum, sen konuştun.. Cümleler anlamlandı, kelimeler şaha kalktı, zaman grev yaptı ve dondu. Orada sadece, sen, ben ve seslerimizi şekillendiren sözcükler vardı. Ne bedenin varlığı anlamlıydı, ne de yer yüzünün kanunları geçerli idi. Orada paylaşım vardı, dostlukla karışık bir sevgi vardı.. Hatta bir kez elini elime uzattın, sıcaklığını hissettim. Yüzüm kızardı ama belli etmedim..

Kalktık, ayrılma yerine doğru yine başlarımız kaldırımlarda, yürümeye başladık.. Yine bir tebessüm vardı yüzlerimizde, gamzelerimizden belliydi.. Ama bu kez, birazdan ayrılacak olmanın acısını belli etmemek içindi, bilirim. Adımlarımız yavaş, aheste.. Varacağımız noktaya varmak istemez gibi, aylak aylak..

Ve vakit tamam. Ayrılık zamanı. Beceriksizleştiğim zaman dilimlerinden biri.. Ama sarılmamız, hiç bir ezberlenmiş becerinin gerçekleştiremeyeceği kadar yürekten, içten, ve coşkulu. Sessizliğimizin anlamları, kendi içlerinde saklı.. Kokun, sıcaklığın, kendine haslığın..

Arkanı döndün, bir daha da bakmadın omzunun üstünden bile. Sen de biliyordun, ben de biliyordum.. Eğer göz göze gelmiş olsaydık, ayrılamayacaktın. Ama gitmek zorundaydın.. Yuttuk sözcükleri..

.....

Rasgele günlerimin birinde, o günün rasgele olmamasını istedim.. O gün beni sevmeni istedim. Çünkü içimde sana odaklanmış o kadar fazla sevgi vardı ki, onu sana yönlendirmek istiyordum.
Sana duymadığın şarkılar söyledim, açmadığın hediyeler gönderdim, yaşamadığın anılar paylaştım.. Seni yaşamak için sana ihtiyaç duymadım. Bilmedin.

Başım aşağıda, kaldırımlara bakarak yürümeye başladım. Kah simit satan çocukları gördüm, gülümsedim; kah taksi şoförlerinin muhabbetlerini dinledim, acıdım. Rasgele bir günü takip eden, rasgele bir gün yaşadım. Zaman öldürdüm. Zaman da beni öldürdü.

20 Aralık 2009 Pazar

Bakış Açısı


Mucizevi bir sıvının içinde, tek hücreli bir yaşam formundan, fonksiyonel bir insana doğru 9 ayda evrimleşerek biçim buluruz. O geçirdiğimiz süreç öyle huzur vericidir ki... Dış dünyadan gelebilecek kötülükleri engelleyebilecek katman katman tabakaların nezaretinde, kelimelerin ya da rakamların sınırlandırılmış şekil, anlam ve seslendirilişlerine mecbur kalmadan, hissel bir boyutta iletişim kurarız sevdiklerimizle. Karanlığın içinde, yalnız ve evrene ait..

Ardından büyü bozulur, mucize dağılır. Doğarız. Doğarız ve bilinçsiz varsayılan bebek aklımızla bile ağlamaya başlarız bu duruma isyanımızdan. Çünkü isyanımız içine doğduğumuz dünyayadır, hissederiz...

Vahşi bir doğanın içine doğar ve hayatta kalmaya çalışırız. Hayatta kalma kavgamız delikanlıca bile değildir.

Daha çocuk yaştan ellerimize oyuncak diye, arabalar, silahlar verilir. Biz bu oyuncaklarla birbirimizi, ağzımızla silah sesi taklidi yaparak vururuz ya da araba sesi çıkararak geçeriz sağından. Amaç, yetişkin hale geldiğimizde araba talebi yaratabilmemizdir. Yine aynı yetişkin çağa geldiğimizde, çağ dışı kurumlara, örneğin ordu gibi, yargılamadan girebilmemizdir. Ya da oyuncak bebekler tutuşturulur elimize, saçını tararız, kıyafetini değiştiririz, makyajını yaparız. Büyüdüğümüzde de bu oyuncak bebeğe dönüşürüz.

Ardından sancılı okul yıllarımız başlar. Yozlaşmış ve yaratıcılıktan uzak şekilde eğitmeye çalışırlar bizi öğretmenlerimiz. Bu süreçte öğretmenlerimizin kusuru yoktur; onlar sadece, yüksekten verilen bu aciz sistemin uygulayıcılarıdır. Tepkinin hedefi olmamaları gerekir. Okul yıllarında zaman geçtikçe, teneffüsleri paylaştığınız arkadaşınızla, hayatı paylaşmamaya başlarsınız. Çünkü güdülenmişsinizdir. O sizin rakibinizdir. Süreç içinde sizi geçebilir. Aranıza mesafe koyarsınız. Hipodromdaki atlardan farkınız kalmaz en sonunda, ve at olduğunuzun farkında da olmazsınız. Çünkü sistem içinize işlemiştir, artık bilinçsel aydınlanma için çok geç kalmışsınızdır. Siz de onlardan biri haline gelirsiniz.

Okul yıllarını çalışma yılları takip eder. İş hayatı artık ahlaksızlığın ahlak sayıldığı bir dünyadır.
İşletmelerin amaçları kar sağlamaktır. Bir işletme; kar sağladığı sürece hayatta kalır. Kar sağlamaya giden yol etik olmak zorunda değildir. Bir eroin satıcısı ya da bir torbacı da ekonomi bilimine göre bir işletme ve ya işletmecidir. Para kazanmak için birilerini kandırmanız gerekir. Kaypak yavşaklar bu yüzden çok başarılı olur iş dünyasında. Siz dürüstlükten uzak bir yaşamdan emekli olursunuz zamanı geldiğinde.

Bu dünyada sistem çok net kurulmuştur. Daha siz bebekken, ilerde talep edesiniz diye bilinciniz oyuncaklar ile kasıtlı olarak şekillendirilir. Bunu televizyondan izlediğiniz tekrara dayalı beyin yıkama araçlarıyla desteklerler. Kurdukları sistemin bir parçası olabilesiniz diye size bu yozlaşmış eğitim sistemini verirler. Siz araştırmazsınız, araştırmayı bilmezsiniz, bunun için eğitilmezsiniz. Sessizce uyum sağlarsınız ve her hangi biri olursunuz. Sistemin parçası olan işlerde çalışabilmeniz için bu seviyeden daha bilinçli olmamanız gerekir. Dünya; büyük ölçekli bir pazardır, siz de bu pazarda alınıp satılan büyükbaş hayvanlarsınız.

.....

İçinde bulunduğumuz yılların insanlarının karakteristik özellikleri, bencil olmaları, çıkarlarını düşünmeleri, maddeye önem vermeleri, manevi hissiyatların huzurundan yoksunluğu tercih etmeleri, ego patlamalarının esiri olmaları ve bütün bunları başarı kriteri saymalarıdır. Dünya harika bir gezegenken boka dönüştü, bu yüzdendir üstündeki sineklerin varlığı.

.....

İnandığım dünya bambaşka, ama sahip olduğum daha da başka. İkisinin arasındaki mesafenin uzunluğu, mutsuzluğum ile doğru orantılı. İç dünyama kapanışlarımın ardındaki gerekçe bu. Bu manifestonun manik depresif içeriği de bu gelgitlerden kaynaklanır.

Bu ruh halinin yarattığı kişiliğe ve iç dünyaya sahipken senin çıkıp gelmen, benim bildiğim her şeyi sorgulamama yol açtı. Gerçek ''iyi''nin kalmamışlığına dair inancım bu kadar sağlamken seninle yollarımızın kesişmesi benim beyin fırtınalarımı şiddetlendirdi.

Sen, leşlerin ve akbabaların oluştuğu bu dünyada yetişen bir kardelensin. Varlığınla şaşkına döndüm, etkilendim, hayret ettim ve hayran oldum. Sürecimin gidişatını kökünden etkiledin. Artık bir labirent içindeyim. Yol göster..

12 Aralık 2009 Cumartesi

Nerdesin?


Felsefe bize şöyle tanımlandı :

''Felsefi düşünce, insanın, evreni içinde kendi varlığını merak etmesiyle ve bu konuda sorular sormasıyla başlar. Felsefe için merak etmek ve soru sormak yeterli değildir. Sorulara sistemli bir açıklama getirmek de önemlidir. Aynı zamanda getirilecek olan açıklamanın sistemli veya sistemsiz olması gerektiği de felsefenin bir sorusudur. Felsefi düşünüş sıradan düşünüşten tamamen farklıdır. Onun ayırt edici özelliği kavramsal ve/veya soyut olma çabasıdır. Felsefi düşüncenin yöntemleri insana hemen her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri sağlar. Felsefe eleştirel bir düşünüş biçimidir. Felsefi düşünce önceden kazanılmış bilgiler üzerine bir düşüncedir. Temel yöntemdir. Bunun üzerine sorgulama ve açıklama inşa edilir.''

.....

Yağmur delicesine yağıyordu. Sırılsıklam olmuştum. Durakta beni evime götürecek otobüsün gelmesini sabırsızlıkla bekliyordum. Serin sular, ayakkabılarımın içine kadar işlemişti. İstemsiz titriyordum. Sıcaklığa ve kuruluğa ihtiyacım en üst noktadaydı. Nihayet yağmur damlalarının matlaştırdığı yolun yansımasında, otobüsün ışıkları gözüme çarptı. İrkildim , hazırlandım ve önümde duran otobüsün kapısından içeri girdim.

İçerisi hınca hınç doluydu. Yüzlerini cam tarafına dönmüş , ayakta olanları umursamaz bir cephe ve ayakta yolculuk edip her hangi bir koltuğun boşalmasını bekleyen bir diğer cephe.. Paket taşıyanlar , kucağında çocuk olanlar , güzel kadınlar , öğrenciler , muavinin tiz sesi ve şoförün cesur manevralarından oluşan bir mikro evreni paylaşıyordum tanımadıklarımla eş zamanlı. En azından bir miktar sıcak gelmişti içerisi bana. Fakat bu sefer de ıslak kıyafetlerim inceden inceden üstümde kurumaya yüz tutmuştu. Farkına varmadan , bıyık altından gülümsedim. Şimdi dedim tam zamanı.. Şimdi sana fırsat; eğer sana sadık kalmamı istiyorsan, hemen önümdeki koltuğun boşalmasını sağlarsın da ben otururum oraya. En azından iki büklüm olurum, kollarımı bedenime bağlarım, ayaklarımı toplarım da ısınırım biraz.

Tüm bunlar aklımdan geçerken, şaşırtıcı şekilde, hemen önünde ayakta durduğum kişi, durakta inmek üzere ayağa kalktı ve zar zor kapıya doğru ilerlemeye çalıştı. Etrafıma baktım, hareketlenen yoktu, oturdum.

İhtiyaç duyduğum anda böyle bir jestle karşılaşmam, açıkçası biraz neşelendirmişti beni. İçime sıcak bir huzur bile doğmadı değil. Ama yüzeysel olamayışım, bu anlık mutluluğumun önüne geçti. Çünkü kendi kendime düşünmeye başladım..

Eğer ben sana, oturacak bir yere ihtiyacım olduğu için yalvardıysam, bu benim acizliğimi göstermez mi? Sen aciz zamanlarda başvurulacak bir merci misin? Eğer öyleyse, varlığının beni teselli etmekten, ihtiyacım olan avunma hissini bana vermekten öte ne anlamı var?

Eğer sen bana, o boş koltuğu benim ihtiyacım var diye verdiysen, ben neden bu hayatta ihtiyaçlarımı karşılamak için yaşıyorum? Her ihtiyacım olduğunda sana yakarsam olmaz mı? Peki ayakta giden diğerleri ne olacak? Onlar da sana yalvarmadılar mı oturmak için?

Eğer o koltuğun, benim, önünde ayakta durduğum anda rasgele boşalmış olma ihtimali yüksekse, benim sana olan inancım, ne kadar netliğe, ne kadar rasgeleliğe dayanır? Hayatımı sana adamam için daha somut kanıtlara ihtiyacım yok mu?

.....

Hayatlarımızın gidişatı, ilk duraktan, son durağa doğru hareket eden bu otobüs gibidir. O otobüse, dış dünyanın kötülüklerinden korunmak için, yağmurdan kaçarcasına sığınırız. İlerlerken güzergahı değiştiremeyiz , tıpkı hayatımızı istediğimiz yöne çeviremeyeceğimiz gibi. Rasgele kişilikler ve aitlikler ile otobüsteki ''yolcu'' rolünü oynarız. Kimimiz camdan dışarıya bakmayı tercih eder, kimimiz bakışlarını içeriye odaklar. Kimimize talih güler de varacağımız yere oturarak, rahatlık içinde gideriz, kimimiz yorgunluktan ölse de ayakta gitmek zorundadır. Bu gidişat, trafik durumu ile, yol kalitesi ile ve en önemlisi diğer araçlarda gidenler ile yakın ilişkiler içindedir. İnsanoğlu acizdir, hiçtir.

.....

Bütün bu soruları sorarken kendi kendime, evimin yakınındaki durağa geldiğimi fark ettim. Otobüsten indim. Yağmur durmuştu, biraz da ısınmıştım. Tek düşünebildiğim şuydu:

''Ben seni , diğerlerinin ezbere sevmelerinden farklı seviyorum. İçim sana adanmaya müsait; ama sen adanılacak kadar var mısın? Bu süreçte beni yalnız bırakma. Bu kadar düşünmem, sana sevgi beslediğim içindir. Sen beni , onlarla bir tutmayacaksın , bilirim..''




6 Aralık 2009 Pazar

Mihenk Taşı

En azından kendime itiraf edebilmenin zamanı çoktan geldi. İyileşmenin adımlarından ilki değil midir zaten yüzleşebilmek? Kolay olandır üzerine ölü toprağı serip hiç yaşanmamış muamelesi yapmak. Muhatabını bulmalı bütün düşünce eylemlerim. Benim düşüncelerimin muhatabı sensin.

Cennetin nur dolu ışıkları senin göz bebeklerinden feyzalırdı. Göz bebeklerinin baktığı yerler yaratılmış oldukları için secdeye yatardı dört mevsim. Aynı göz bebekleri kelimelerin seslendirilmelerini ve vurgularını anlamsız kılardı baktıkları sürece. Bakışlarında kaybolup kaybolup kendimi bulduğum sensin.

Düşüncelerindeki sadelikte coşmak, çocukluk günlerimde sonu gelmeyen sokak arası oyunlardan sonu gelmeyen zevkler almak gibiydi. Birazdan annemin balkondan beni eve çağıracak seslenişini duyacak olmamı umursamamaktı. Sırtım terden sırılsıklamdı , ellerim tozdan kapkara. Oyunlarımı paylaştığım sensin.

Bedeninin kıvrımlarında aylak aylak gezerken, perilerin huzur veren sıcacık kokuları sarmalardı her bir yanımı. Ben o kıvrımlarda kaybolmuş olmayı , bir daha asla yolumu bulamayacak olmayı dert etmeden, nereye gittiğimi bilmeden gitmeyi severdim. Seni hangi sınırın ardında bulacağım, bulduğumda sınır dışı edilip edilmeyeceğim hep bir belirsizlikti. Bilinmeyen topraklarım sensin.

Etrafımda hareket edişini izlemeyi severdim. Tanrı'nın baş yapıtını, seni, bir balerinin kibarlığı ile dans edercesine yürürken , uzanırken , eşlik ederken , hazırlanırken , giyinirken hatta söylenirken izlemek, zaten hayranı olunan birinin yeni performansını en ön sıradan canlı kanlı izleyerek bir kez daha hayran olmaktı. En sevdiğim gösteri sensin.

.....

İnsanoğlu bencilliği desturu olarak kabul etti edeli, mutsuzluk baş yaveri haline geldi. Ben sana karşı bencil davranamadım. Seni bekletmek , seni oyalamak , seni hayal kırıklığına uğratmak canımı en çok yakan şeylerdi. Sen , bitik bir beni hak etmeyecek kadar kıymetlisin. Sana kendimi sunmak, sana haksızlık olurdu.

.....

Süreçte beni şekillendiren şeylerin başında sen varsın. Geçmişinde canı yanmamış adam çiğdir. Hak ettiğin yerlerde olmanı gurur duyarak izliyorum. Seni geri çekemezdim.


(Devamı gelecek)



Yüzleşmek




Aynada kendi yansımam ile göz göze gelmekten korktuğum için, sabahları yüzümü yıkamayı bırakalı çok uzun zaman olmuştu. Çapak tutmuş gözlerimin, gerçekliği bana farklı aksettirmesinden zevk alır olmuştum. Farkında olma durumunun omuzlarıma ağır geldiğinin bilincindeydim. Günbegün, kendimi kendi içime kapatıp , dışarı ile bağlarımı azaltmanın benim için en iyisi olduğuna dair inancım sağlamlaşmıştı. Ruhum bedenime prangalanmış da, hareketlerimde mahkumluk eğilimleri bana egemen olmuş gibiydi. Kendimi gerçeklikten sakınmaya çalışırken dış dünyayla arama duvar örmek; dibi giderek derinleşirken ağzı semaya varan bir su kuyusunun kuytusuna düşmekten farksızdı. Geçmişte, deneyimsiz ve nispeten cahil olduğum zamanlardaki neşemin beni neden terk ettiğini düşünmeye başladım...

İnancımı kaybetmek; sanırım, beyin fırtınalarımın hasar raporlarının hepsinin ortak noktasıydı. Bu hale nasıl geldiğimi sorgularken, dönüştüğüm şeyi bana anlatan yegane betimlemeydi bu iki kelime. Bu iki kelime , sürecin sonunda gelinen yerdi. Süreç; sıfır noktasından, huzura ulaşan yoldu. Ve ben bu süreci asla mutlu sona erdiremedim.

Masumdum yola çıktığımda. Büyük hayallerim , iyi niyetlerim , heyecanlarım ve beklentilerim vardı. Duygulanırdım. Ruhum , kalbim ve bedenim uyum içindeydi , çocuktum.

.....


( Devamı gelecek)