27 Mayıs 2013 Pazartesi

Nafile

Bir hikaye uydursam, mutlu sonlar yaratsam.. Bir masalın sonunda gökten düşen 3 elmadan biri olsam.. Bir damla yağmur suyu olsam, semadan damlasam okyanusa.. Balon olsam da uçsam gözlerden kaybolana dek.. Koridora döşenmiş parkelerden biri olsam, üzerimden geçilse hiç fark edilmeden.. Herhangi bir kuş olsam, göç ederken kimse farkıma varmasa.. Mantar olsam şarap şişesine de mahzenlerde unutulsam.. Ateş olsam da yangın bitince sönüp gitsem.. Kahve fincanına çini olsam, dikkat çekmesem, herkes fincanın içine baksa, aldansa.. Bir kör bıçak olsam da çekmecenin dibinde, hiç tercih edilmesem.. Bir dal olsam mesela, tırtıl bile yaprağımı yese de siktir olup gitse sonra.. Arnavut kaldırımlarının herhangi bir taşı olsam, yüzlerce yıl kalsam sabit.. Gün ışığı görmemiş bir kaya olsam mesela, deniz kıyısında bir avuç kum, dalyanda sazan olsam ulan.. 

Anlık ileti olsam mesela, ya da tahta kalemi mürekkebi.. Silinsem gitsem..

Ezip geçip gittin ya.. Lal olsam mesela, en afili kelimeleri seslendirebilecekken..

Ezip geçip gittin ya.. Bal olsam mesela, en tatsız damakları lezzetlendirebilecekken..

Ezip geçip gittin ya.. 

Keşke ben, ben dışında, her şey olsam...

3 Şubat 2013 Pazar

Müptela

 Ruth: '' He knew his place in the world. He found wonder in simple things. He lived in the moment like a child. That's a rare gift in a man'' * 

Bir yok oluştu benim içine dahil olduğum. Ve ben yok olduğumu sindirdiğimde yeniden doğdum. Düştüm, düştüm, düştüm... Mihenk taşına çarpınca yeniden yükseldim. Sizin hiç mihenk taşınız oldu mu?

'' Nereye gittiğimi bilmez bir haldeyim. '' * 

Hani bu yazı yazma olayı zihinsel sağlığımı korumama yardım edecekti? Hani dışa vurdukça gram gram azaltacaktı içimde biriktirdiklerimi ve üstesinden gelemediklerimi? Hani yazdığım her kelimede hatta ve hatta her harfte içimdeki pişmanlıklardan ve hayal kırıklıklarından kurtulacaktım? 

Öyleyse neden bana acı veriyor, neden her okuduğumda sanki üzerinden zaman geçmemiş gibi acıtıyor? Hani beni daha iyi ve daha sabit bir insan yapacaktı bu paragraflar? 

'' I know someday you will have a beautiful life, I know you will be star in somebody else's sky, but why can't it be me, can't it be mine? '' *

Bunu bana yapmaya hakkınız yok!

...

Bir meydan savaşı düşünün... Sona ermiş bir muharebe. Ve artık asla eskisi gibi olmayacak yaralı bir asker. Her bir yanı yara bere, her bir yanı sargı, kan... Bir tarla düşünün, ekinleri taze yakılmış. Bir firez mevsimi sonrası. Kara kara ekin sapları dört bir yanda... Yuvasına basılmış bir karınca olduğunuzu düşünün... Zaten o küçücük deliği açmak için küçücük çenenizle küçücük taşları milyonlarca kez taşımışsınız...

İşte ben, o yangın yeri içindeki savaşta yuvasını kaybetmiş sargılı bir karıncayım. Tek amacım uyum sağlamak. Yeniden yaşıyormuş gibi yapmak. Yeniden, sanki o savaşlar hiç olmamış, sanki o yangınlar hiç çıkmamış, sanki yuvama hiç basılmamış gibi hayata devam etmeye çalışıyorum. 

Kendimce bir düzen kurdum. Düzenim yinelemenin ve garanticiliğin verdiği güven hissi ile kendini iyileştirmekte... Tıpkı bir kertenkelenin kuyruğunu bilinçli bir şekilde bırakıp yenisini oluşturması gibi. 

Etrafımdaki dünyayı her bir ayrıntısına kadar yeniden kodladım. Mesela annem; onu görünce onun yüzünde hafif bir gülümseme yaratabiliyorsam, o anın en mutlu insanı benim. Çünkü annem mutlu. Mesela bulvarlardaki bitkiler; çiseleyen yağmur sonrası onların kokularını içime çekip onlara parmaklarımla dokunabiliyorsam en mutlu benim. Mesela müzik; dinlediğimde kalp atışlarım hızlanıyorsa, yani hakkını verebiliyorsam sanatçının, en mutlu benim.

En mutlu benim... En mutlu benim... En mutlu benim...

Yalan!

Karşımda duruşunuz bana tokat gibi geliyor. Her bir sillede ayılıyorum. Kurmaca dünyam sarsılıyor ve kendime geliyorum. Bir trip anında yenilen sucuklu yumurta gibi tadınız. Lezzetli fakat ayıltıcı... Halbuki bir müptela sürekli güzel olmak ister...

Gözlerinizi dimdik yapıp dinlemeniz insanda konuşma isteği uyandırıyor. İşte orda susmayı unutuyor insan... Aklına çocukluk zamanları, aklına mutlulukları, aklına güldüğü şeyler, hatta ve hatta aklına acıları geliyor. Anlattıkça anlatası geliyor insanın ve sessizliğe kroşe atıyor...Halbuki bir müptela sessizliği tercih eder...

Sonra ani bir hareketle yerinizden kalkıyorsunuz. İnsanın, siz gözden kaybolana kadar sizi izleyesi geliyor. İnsanın aklına çocukken mahallesinden geçen dondurmacı, insanın aklına ilk kez sinemaya gidişi, insanın aklına ilk deneyimi geliyor...Halbuki bir müptela geçmişi unutmak ister...

Öfke anınıza denk geliyorum bazen. O zamanlarda yok olmayı, hatta ve hatta hiç var olmamış olmayı istiyorum. Ne veba salgını sizin öfkeniz kadar zarar verdi bu dünyaya ne Nil'in kan kırmızı akması, ne de çekirgelerin günü geceye çeviren istilaları. İnsanın lal olası geliyor...Halbuki bir müptela huzur ister...

Çok korkuyorum.

Pişman olmaktan çok korkuyorum. Keşke demekten çok korkuyorum. Çok korkuyorum eğer ''O''sizseniz ve ben racona aykırı diye sessizliğe yemin etmişsem...

O zaman yaşadığım hayata ihanet etmiş olmaz mıyım? O zaman yanımdakine ihanet etmiş olmaz mıyım?

O zaman kendime ihanet etmiş olmaz mıyım?

Eğer elimde, hiç olmayacak çocuklarımızın babası olma fırsatım varken ben sus pus olduysam, hakkını vermemiş olmaz mıyım?

Etrafınızda olmalıyım. Sesinizi duymalı, hareket edişinizi izlemeli, gülümsemenize şahit olmalı, zekanıza hayran kalmalıyım. Bakışlarınıza kilitlenmeli, dişiliğinize şahit olmalıyım.

Sizi artan dozlarla daha çok almalıyım. İşte bu gereksinmemin şiddetini betimleyemiyorum.

Müptelanız oldum. Geçmiş olsun.

N'olur sanrılarım, bana bi' yol gösterin...

'' Nedensiz sorgusuz bir rüya gözlerimde; nedensiz sorgusuz bir duvar benliğimde.. '' * 









17 Ekim 2012 Çarşamba

Ben Adam Olmak İstemedim


Ne güzeldi, gölün etrafını tavaf ederek içilecek en güzel manzaralı mevkiyi aramak. Kimi yerleri sadece canın istedi diye elemek , kimi yerlere ulaşmak için de onlarca kilometre yol yapmak. Ve sarf edilen onca emekten sonra keşfedilen kusursuz manzarada, şişenin ağzından buz gibi içkiyi yudumlamak.. Ardından fütursuz esen rüzgara , gökte uçan kırlangıca , yeşillenen ekinlere , dağa bayıra karşı bağırmak: ''Bizdeki keyif padişahta yok ulan!''. 


Ben hiç adam olmak istemedim ki..

Ne güzeldi, ''gidelim mi?'' diye sorulduğunda, ''olur'' cevabını vermek. Sonra nehrin kıvrıldığı yere ulaşıp, o balkondan manzaraya bakmak. Şehrin mavi ışıklarının nehrin minik dalgalarına vurmasını izlemek, arada sırada sudan yukarıya sıçrayan balıkları görmek çıplak gözle.. Pantolonun paçalarını dizin altına kadar katlayıp, ayakları suya sokmak, ve o anda cigaradan derin bir nefes çekmek.. Ardından akan suya, yağan yağmura, nehirdeki sazana, hatta ve hatta Hilton'a karşı bağırmak:''Bizdeki keyif padişahta yok ulan!''.

Ben hiç adam olmak istemedim ki..

Bazı gecelerde, donanımlı sohbetlerde, tedarik sıkıntısı çekmeden kahkaha atmak ne güzeldi. Gözlerimizden yaşlar akardı bazen, ve bilirdik, hepimiz şaka kaldırırdık. 

Komün bir topluluğun tapusuz aitlikleriydi paylaştıklarımız, zaten sonra da kapitalizmi kabul ettik.

Tamam da, ben hiç adam olmak istemedim ki..

Aklımdakini yaşadım, hissettiğimi söyledim. Asla, ''Şöyle yaparsam eğer, toplum beni sahiplenir ve yükseltir.'' diye düşünmedim. Çünkü, üzülerek söylüyorum, birçoğunuz çok korkaksınız. Yaşamak istediklerini yaşayabilecek özgürlükte, düşünceyi sahibine bildirecek olgunlukta, baskı olmaksızın giyecek, baskı olmadan içecek inisiyatifte, yanınızda erkeğiniz olmadan karar verebilecek yeterlilikte, en önemlisi, kendiniz olabilecek kudrette değilsiniz. 

İşin ilginç yanı ise, sizin kabul görüyor olmanız.

O yüzden, buyurun, siz adam olun, kabul görün, yükselin.. Dünya üzerinde yaşanan milyonlarca hayattan bir tanesini yaşayın. Kör olun, sağır olun, birbirinizi ağırlayın.

Ben, içlerine, mavi yakamozlu nehirlerin döküldüğü, üzerilerinden, evrensel rüzgarların estiği, sahillerinde, dostların en derin muhabbetlere girdiği göllerin etrafındaki kafalardayım.

Siz adam olun. Ben hiç adam olmak istemedim ki..

14 Kasım 2011 Pazartesi

Masal Anlatan Baykuş


Durdu ve ekledi baykuş...

...Ve kibir, şeytanın en sevdiği günahtır. Ve gurur, onu hak edenlere mübahtır. Ve fikir, uğruna yorulanlara bahttır.

Durdu ve ekledi baykuş...

...Mevkisi, üzerine büyük gelenin gazabı ne yamandır. Onlar için işçi bedenler, içleri boş birer handır. Yükünden eğilmiş başağın tükettiği su, yel ile savrulan samanın içtiği kandır.

Durdu ve ekledi baykuş...

...Ey sen kibirini olağanlaştıran, aldığın nefes bu dünyaya zarardır. Ne olduğundan ziyade, ne olacağın senin için en büyük imtihandır. Hazinen, kesendeki altın kadar değil, karşılıksız verdiğin sevgi, hoş tuttuğun gönül, kurduğun bağ, inşa ettiğin köprü, harcadığın çaba ve kazandığın insan kadardır.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Sahip Olunmamış Sevgiliye Gönderilmemiş Mektup


Yalnızlığım benim sidikli kontesim.. Hoşgeldin.. Benim sidikli kontesim, ne kadar rezil olursak o kadar iyi..*

O kadar sadıksın ki, sadakatinden bazen gözlerim yaşarıyor. Her nereye gidersem gideyim, yanımdan ayrılmıyorsun. Asla terk edemiyorum seni. Hangi ülke, hangi sınır, hangi şehir, hangi içki bardağı ya da hangi şarkı eşliğinde olursa olsun, eskortluğundan çok memnunum, bilesin..

Ve yine bilesin ki amacım seni incitmek değil. Haşa! Sen ki şafağı sökmeyen gecelerin dert ortağısın, sen ki uyanılamayan kabusların yardımcı oyuncususun, sen ki co pilotsun rotasız yolculuklarımda hemen baş ucumda oturan.. Sakın kırılma sözlerime.. Ama seni aldatmak ve senden uzaklara gitmek zorundayım..

Nedenini anlamayacaksın, kavrayamayacaksın asla, tartıp gerçekten bilemeyeceksin.. Mezarın ölüyü beklediği gibi bekleyeceksin beni, bilirim sidikli kontesim.. Kırılma bana, ama ayrılmak zorundayım.. Bana her zaman yoldaş oldun, hakkım helal olsun sana..

Bir açıklamayı hak ediyorsun ama, yiğitsin, mertsin, güvenilirsin.. Sana samimi olmayacağım da kime olacağım pezevenk? O zaman kulak kesil sözlerime, dinle beni..

Tarihte bugün, devrim oldu hislerimde. Öyle bir devrim ki hem de.. Aldı şu anki yönetimimi, al aşağı etti, ve onayı muhtemel yepyeni bir anayasa taslağı ile karşı karşıya bıraktı beni.. Kulak kesil sözlerime, dinle beni..

Ben bugün, sahip olunmamış bir sevgiliye sahip oldum. Ufak tefek, geniş omuzlu, beyaz tenli hem de.. Kokusu, banyosu sonrası pudralanan bir kraliçenin ten kokusuna yatkın, ama farkı, onun pudralanmamış olması, özünün öyle olması.. Sesi tok, dişi, sesinde, dinleyende şehvet uyandıran bir masumiyet ve kışkırtıcılık var.. Bakışları hedefinden derine, içine giren ve içini gören cinsten, manidar ve metin.. Yumuk, ufak tefek elleri ile taşıyor dünyanın yükünü geniş omuzlarında.. Nefes nefese, ama hedefi hedef, yolu yol.. Tavırlarında kurgu bir dünyanın şirinliği var, o da hayal aleminde yaşıyor, o da hayal ile gerçek arasındaki farktan şikayetçi, o da inat, o da isyankar.. O da pasif bir şekilde direniyor dünyanın yosmalığına.. Bilincinde her şeyin, ama umurunda değil. Nasıl başarıyor? Hayret.. Hatta bir hayret de bu paralelliğe? Sen nasıl yetiştirdin kendini beni tanımadan bana benzer şekilde, hani evrende hepimiz tek ve eşsizdik? Nerden geliyor bu denklik? En hayret verici olanı da ne biliyor musun sidikli kontes, umut ettiğim geleceğim..

İçime doğru mu doğuyor, yanlış mı doğuyor bilmiyorum, kestiremiyorum. Umurumda mı? Değil bir nebze bile.. Ama her nasılsa biliyorum geleceği, nasıl olacağını.. Nerden mi sidikli? Dinle beni, kulak kesil..

Çünkü o da acımasız oldu şimdiye kadar! Hem kendine, hem de karşısındakine.. Bir kaşık suda boğdu o da kalpsel hislerin en güzellerini.. Hatta o da yıllar yılı hayal etti, hayal sandığı şeylerin gerçek olduğunu.. Ama olmadı.. O da aldattı ve aldatıldı, yumruk attı ve darbe yedi, mutlu oldu ve üzdü, bir emri ile kurdu bütün dünyayı sözcüklerinin üzerine ve yine bir emri ile bütün o sözcükleri temelinin üzerine çökertti.. Yani o da biliyor neyin ne olduğunu, çocuk olmadığını, samimiyetsizliğe takatinin kalmadığını, yorgunluğunu, çırpınışlarını.. O da biliyor gidenlerin geri gelmediğini, hatta bazen kendisinin giden olduğunu.. İşte bu yüzden o da biliyor, bu sefer gerçek olduğunu, gerçekleşmesi için neler yapması gerektiğini, ve yine biliyor bunları yapacağını da..

Çünkü o da biliyor sidikli kontes, bunun şakası olmayan, gerçek ve eşsiz olduğunu.. Aceleye gelmemesi gerektiğini.. Şimdiye kadarki deneyimlerimizin, bizi buna hazırladığının o da farkında, ve o da hazır..

Hal böyleyken, yol açıkken, sağlamken, güvenilir ve huzurluyken, o yolda ilerlemek kalıyor bize.. Tökezlediğimizde omuz omuza olarak, destek olarak, paylaşarak, iletişim kurarak.. Yorulduğumuzda nefes olarak, aş olarak.. Ayaklarımız yerden havalandığında eteklerimizden tutarak, tokat gibi çarparak gerçeklikleri.. Avaz avaz bağırarak, çırıl çıplak koşarak ve terleyerek yağmur gibi..

Ben artık yol alıyorum kontesim.. İçki masalarında kadehimi masaya bir kez de senin için vuracağım gurbet olduğun için.. Ne kadar rezil olursak o kadar iyi..

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Tek


Benim canım yanıyor başkalarının sana dokunduğunu düşündükçe. Senin canın yanıyor gözlerini her açtığında sana dokunanın ben olmadığını gördükçe.


Aramızda geri dönüşü olmayan bir yol, bir ayrılık, bir mesafe... Aramızda söylenen değil, söylenmeyen sözler... Aramızda ülkeler, insanlar, yaşamlar... Aramızda bir aşk var, dibine kadar yaşanmış ve yarım kalmış.


Şimdi ben, eksikliğimle,yarımlığımla yarınımla yüzleşirken, sen tamlığınla, mükemmelliğinle yarınlarını kovalamakta... Zamanın eksi sonsuzdan artı sonsuza ilerleyen bu şematik sayı doğrusu düzleminde, önem arz etmeyen bir kesitini meşgul etmekte suretim, ruhumsa hayıflanmakta önemsizliğimi düşündükçe bu kesiti meşgul edişimin sensiz ziyan olmasına. Mutlu ol be gözlerinde boğulduğum, mutlu ol saçlarına rüzgar olduğum, mutlu ol ruhuna, ışığına hayran kaldığım... Tanrı yine seni örnek almaya devam etsin yarattıklarını şekillendirmekte. Her şeye senden bir parça, senden bir özellik koysun ki her şey güzel olsun. Mutlu ol ki Tanrı yaşasın.


Gülümsemende şarap tadı vardı, ondandı her tebessümünde kendimden geçişlerim... Şimdi dimdiğim, dımdızlak ayaktayım, ayığım. Gülümsemeni özlediğimden beri dünyaya somurtganım. Sen sen ol hükmeden ve hükmettiren, sen sen ol kural koyan ve onları yıkan, asla ve asla, sevdiğin ve seni seven bir insana sırtını dönme. Çünkü bilirim, senin gezegeninin etrafında da uydular olacak zamanla... Bırak, tavaf etsinler seni... Sen bütün ritüellere layıksın... Zamanı geldiğinde, alçakgönüllülükle onlara müsade edeceksin. Bu kez güzel olacak, güven bana...


Benim canım yanıyor, bırak yansın. Senin canının acısı benim olsun. Sen kendini sevdirmek için koşma, kendini sevilmeye terk et... Böylesi daha güzel, gerçeğim...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ucuz Karılara İthafen


Arkadaşlarımla oturup, alem yapmaya başlamadan önce, ilk yudumda, masadan biri illa ki oturduğu koltukta biraz dikleşerek ve sesini toklaştırarak;

''Mekan yine bu mekan,
Zaman yine bu zaman,
Dostlar yine bu dostlar,
Biz yine oturmuş içiyoruz...''

der.

Mekan, günümüz dünyası... Herkes, etrafında, algıladıklarını seçiyor ve bilinç dünyasında yoğuruyor. Çok az insan, insani hissiyatları çerçevesinde kabullenmeyi tercih ediyor. Genel, genelde maddeci ve yüzeysel...

Zaman, içinde bulunduğumuz yıl... Bu maddesel dünyanın yansımalarını elde etme derdindeyiz bu yıl. Bu yılın modası bu: Parlak kıyafetler, ağzı yaya yaya konuşmalar, sevgililer, arabalar, kadınlar, adamlar, düdükleme ve düdüklenme merakı, barlar, sansürler, toplumun ''yapma'' dedikleri, insanların ''yaptıkları'', ve eylemlere kılıf uydurma serüveni...

Dostlar, yine bu dostlar, etrafımdakiler... Yolumu gözleyenler. Benim mutluluğumu kendi mutluluğu gibi isteyenler... Uğurlarına, canlarını yakanların canlarını alacaklarım... O kadar hayret verici ki... Bu hoyrat zamanlarda, bu kadar masum kalmalarına insan şaşırmadan edemiyor. Aynı zaman diliminde, paralel anlarda, paralel yetiştirilen, bambaşka, ama yine de bir arada insanlar... En yakınlarım, benim mikro evrenim, minimal sonsuzluğum dostlarım... Gerisi boş, dışarısı düşman kaynıyor. Silahları ellerinde değil, beyinlerinde ve dillerinde. Zaten o yüzden mert değiller, o yüzden belirsizler. Ve o yüzden bu kadar can yakıyorlar...

Öyle büyük bir çıkmazdayız ki dostlar... Öyle yanlış eğitilmişiz, öyle yanlış güdülenmişiz ki... İnsanların gerçek niyetlerini anlama, ve insanları gerçekten tanıma konusunda seri üretimin defolu ürünleriyiz. Mesela Türk sineması... Türk sineması bize, hayatı anlatır. Çıkarımlar yapmamızı ister, ders almamızı ister. Filmlerde mutlak kötüler ve mutlak iyiler vardır. Pekala, mutlak kötüler deyince aklınıza gelen ilk isimleri alayım? Erol Taş, Nuri Alço, Coşkun Göğen, Hüseyin Peyda, Kazım Kartal, Kenan Pars... Nedense hep erkekler öyle değil mi? İlla ki kötü kadın karakterler de vardır... Yalnız hafızanızı zorlayın... İsimleri neydi? Güler Ökten, Nebahat Çevre, Ayten Uncuoğlu... Başka, başka? İşte sorunumuzun tohumları burada olgunlaşıyor. Eğer, bir karakter erkekse, ve kötüyse, onun adı bellidir. O, fabrikatördür, jöndür, zengindir, tecavüzcüdür, sosyetiktir, içkiye ilaç atacaktır, gözüne kestirdiği hatunu arabanın camına sıkıştıracaktır, sevdiceği peşini bıraksın diye para teklif edecektir ona... Yani hem sıfatı bellidir, hem de planları... Yalnız bir karakter kötüyse ve kadınsa, onun adı belli değildir. Kötülüğü nerde, ne zaman yapacağı, hangi planları kuracağı, nereden vuracağı belli değildir... Yani dostlar, biz evvelden beri, birisi eğer erkekse, onun kötü olabileceği ihtimalini değerlendirdik. Çünkü bizim için kadınlar her zaman Adile Naşit'ti. İşte bu yüzden kadınların yaptığı en ufak kötü bir davranış bizim ruhumuzda akıl almaz zararlara yol açtı. Çünkü biz, en başından beri, o kadının kötü olacağını düşünmedik, aklımıza gelmedi, öyle bilmedik...

Freud'a göre erkeklerin kadınlar konusundaki zevklerini 3-5 yaşları arasında, annelerinin tavırları ve davranışları belirler. Gelecekte kalbini kaptıracağı insanda, annesinin özelliklerini arar. Hangimizin annesi kötüydü ki? Onlar en iyi, en masum, en sevecen, en sevgi dolu, en yardımsever, en öğretici, en fedakar, en güzel yaratıklar değiller mi? İşte erkeğin kanamalı buhranlarının kökeni de burası...

Yani dostlar, biz kadınları, iyi biliriz. Onlar, bu izlenimi bozuncaya, ya da bizi şüphelendirmeye
başlayıncaya dek de öyle bilmeye devam ederiz. Bizim aklımıza gelmez canımızı en fazla yakacak olanın, en beklenmedik yerde, burnumuzun dibinde olacağı...

Kadınlar... Düşünce yapıları, doğaları ne farklı. Bizleri en kuytumuzdan, kalbimizden vururlar. Gün be gün, an be an etrafımıza, kendi istedikleri ve mutlu olacakları, sentetik dünyayı dizerler. Sevgi deyince akıllarına hükmetmek gelir. Biz sanarız ki onların bacaklarının arasında olan bir tek onlarda vardır. Bizi buna inandırırlar. Bununla kendilerine bağlarlar. Ve bu bağlama işlemi bir kez gerçekleştikten sonra, Pasteur'ün köpeklerinden farkımız kalmaz. Canlarının istediklerini yapmamızı sağlarlar, biz de kuyruğumuzu sallaya sallaya, bundan zevk ala ala yaparız. Çok yakın bir dostumun da dediği gibi, her kadın istediği ilişkiyi yaşar; adamı ağır abi yapan da sünepe yapan da, kadının isteğidir.

Kadın, garanticidir. Rasyoneldir. Sizin spontane geliştiğini sandığınız eylemler bile, onun düşünce evreninde önceden haritalanmıştır. Hiçbir kadın yoktur ki bir sonraki ilişkisini planlamadan, içinde bulunduğu ilişkiyi bitiriversin. Size, gelecektekini, arkadaşım, yoldaşım, kardeşim diye tanıtır. Ve sizin, dımdızlak yalnız kaldığınızda ve onun bir sonraki ilişkisi hakkında bilgi aldığınızda, o ilişkinin ne derece ensest olduğunu düşünmekten başka çıkar yolunuz kalmaz. Kadının sevgisi içten pazarlıklıdır. Kadın, hayat merdivenlerini apışının arasıyla tırmanmayı marifet bilendir. Kadın, maddi beklentileri karşısında bedenini peşkeş çekendir. Bunun yanlış olduğunu bilmez, bilemez. Doğası buna elvermez.

Mekan, paralı bir adamın yatağı, terden nemlenmiş bir çarşafla örtülü. Mekanda, kadının kendini, adama beğendirmek ve kapağı ona atmak için attığı naralar yankılanıyor. Orgazm taklitleri ortamın buğusuna ayak uydurmuş. Kadın, az önce adamın kendine hor davranmasına müsade etmiş, ve sigarasını içerken, adamın gözlerindeki hayran bakışlara bakıp, harem ruhunu tatmin ediyor. Mekan, maddi gücü yüksek erkeklerin takıldığı bir bar, nedense kadınlar hep bakımlı, kıvrak, işveli, dişi... Mekan, bir iş yeri. Kadın, her tarafa mavi boncuk dağıtan tavırlarıyla mekanda raks ediyor. Mekan, Laleli, Kadıköy, Gazi Paşa, İstiklal Caddesi, Kordon...

Zaman, kadının yüksek tınılı kahkahaları ile dikkatleri üzerine çekmeye çalıştığı an. Zaman, kadının dekoltesi ile kendine et muamelesi yapılmasına müsade ettiği, piyasasının yüksek olduğu an. Zaman, kadının, ona sahip olmak isteyen erkeğin hangi kriterleri taşıması gerektiğini anlattığı an. Zamanda ucuz biralar, sigara dumanı, ve bedenlerde şehvetin sırtlan leşi gibi yayılan kokusu dağılıyor. Zaman günümüz, bu yıl...

Dostlar... O'na göre herkes dost, herkes arkadaş. Çünkü herkes ihtimal. Kadına göre çevrede seçeneklerin bulunması gurur okşayıcı. Dostlar... Gözüne kestirdiği adamı tavlamadığı sürece dost, kadının dostları. Dostluğu, çıkarları kesişmediği sürece sağlam. Dostlar... Gelirler, geçerler... Önemli olan O'nun geleceği ve bu geleceği hangi planlarla ulaşacağı...

Ve biz yine oturmuş içiyoruz. Ayık kalıp ne yapalım? Daha bizden ayrılmadan bir başkasıyla iş tutmuş olmasına mı üzülelim? Uzun yıllar harcanan emeğin bir çırpıda bertaraf edilip, üzerinden ay geçmeden başkasıyla nişanlanmış olmasına mı hayıflanalım? Onca yıl birlikte kurulan evlilik hayallerini bir başkası ile gerçekleştiriyor olmasına, hatta ondan çocuk sahibi olmasına mı efkarlanalım ulan? Ayık kalıp ne yapalım? Acaba hangi köşede kendini düzdürüyor diye mi kafa patlatalım? Bir insan bütün bunlara nasıl izin verir, ruhunu nerede kaybetmiştir, masumiyetini nerede bırakmıştır diye mi düşünelim? Bir insan kendine nasıl dürüst olamaz diye mi yakınalım?

Doldur sufi kadehleri aşk ile... Bize gelecek dert de mutluluk da keder de varsın aşktan gelsin. Daha ölmedik ya...

Emre Yılmaz der ki: ''...Bir erkek, doyduğu için kadınından bıkar; bir kadın ise doyamadığı için erkeğinden sıkılır...''.