18 Ağustos 2010 Çarşamba

Tek


Benim canım yanıyor başkalarının sana dokunduğunu düşündükçe. Senin canın yanıyor gözlerini her açtığında sana dokunanın ben olmadığını gördükçe.


Aramızda geri dönüşü olmayan bir yol, bir ayrılık, bir mesafe... Aramızda söylenen değil, söylenmeyen sözler... Aramızda ülkeler, insanlar, yaşamlar... Aramızda bir aşk var, dibine kadar yaşanmış ve yarım kalmış.


Şimdi ben, eksikliğimle,yarımlığımla yarınımla yüzleşirken, sen tamlığınla, mükemmelliğinle yarınlarını kovalamakta... Zamanın eksi sonsuzdan artı sonsuza ilerleyen bu şematik sayı doğrusu düzleminde, önem arz etmeyen bir kesitini meşgul etmekte suretim, ruhumsa hayıflanmakta önemsizliğimi düşündükçe bu kesiti meşgul edişimin sensiz ziyan olmasına. Mutlu ol be gözlerinde boğulduğum, mutlu ol saçlarına rüzgar olduğum, mutlu ol ruhuna, ışığına hayran kaldığım... Tanrı yine seni örnek almaya devam etsin yarattıklarını şekillendirmekte. Her şeye senden bir parça, senden bir özellik koysun ki her şey güzel olsun. Mutlu ol ki Tanrı yaşasın.


Gülümsemende şarap tadı vardı, ondandı her tebessümünde kendimden geçişlerim... Şimdi dimdiğim, dımdızlak ayaktayım, ayığım. Gülümsemeni özlediğimden beri dünyaya somurtganım. Sen sen ol hükmeden ve hükmettiren, sen sen ol kural koyan ve onları yıkan, asla ve asla, sevdiğin ve seni seven bir insana sırtını dönme. Çünkü bilirim, senin gezegeninin etrafında da uydular olacak zamanla... Bırak, tavaf etsinler seni... Sen bütün ritüellere layıksın... Zamanı geldiğinde, alçakgönüllülükle onlara müsade edeceksin. Bu kez güzel olacak, güven bana...


Benim canım yanıyor, bırak yansın. Senin canının acısı benim olsun. Sen kendini sevdirmek için koşma, kendini sevilmeye terk et... Böylesi daha güzel, gerçeğim...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ucuz Karılara İthafen


Arkadaşlarımla oturup, alem yapmaya başlamadan önce, ilk yudumda, masadan biri illa ki oturduğu koltukta biraz dikleşerek ve sesini toklaştırarak;

''Mekan yine bu mekan,
Zaman yine bu zaman,
Dostlar yine bu dostlar,
Biz yine oturmuş içiyoruz...''

der.

Mekan, günümüz dünyası... Herkes, etrafında, algıladıklarını seçiyor ve bilinç dünyasında yoğuruyor. Çok az insan, insani hissiyatları çerçevesinde kabullenmeyi tercih ediyor. Genel, genelde maddeci ve yüzeysel...

Zaman, içinde bulunduğumuz yıl... Bu maddesel dünyanın yansımalarını elde etme derdindeyiz bu yıl. Bu yılın modası bu: Parlak kıyafetler, ağzı yaya yaya konuşmalar, sevgililer, arabalar, kadınlar, adamlar, düdükleme ve düdüklenme merakı, barlar, sansürler, toplumun ''yapma'' dedikleri, insanların ''yaptıkları'', ve eylemlere kılıf uydurma serüveni...

Dostlar, yine bu dostlar, etrafımdakiler... Yolumu gözleyenler. Benim mutluluğumu kendi mutluluğu gibi isteyenler... Uğurlarına, canlarını yakanların canlarını alacaklarım... O kadar hayret verici ki... Bu hoyrat zamanlarda, bu kadar masum kalmalarına insan şaşırmadan edemiyor. Aynı zaman diliminde, paralel anlarda, paralel yetiştirilen, bambaşka, ama yine de bir arada insanlar... En yakınlarım, benim mikro evrenim, minimal sonsuzluğum dostlarım... Gerisi boş, dışarısı düşman kaynıyor. Silahları ellerinde değil, beyinlerinde ve dillerinde. Zaten o yüzden mert değiller, o yüzden belirsizler. Ve o yüzden bu kadar can yakıyorlar...

Öyle büyük bir çıkmazdayız ki dostlar... Öyle yanlış eğitilmişiz, öyle yanlış güdülenmişiz ki... İnsanların gerçek niyetlerini anlama, ve insanları gerçekten tanıma konusunda seri üretimin defolu ürünleriyiz. Mesela Türk sineması... Türk sineması bize, hayatı anlatır. Çıkarımlar yapmamızı ister, ders almamızı ister. Filmlerde mutlak kötüler ve mutlak iyiler vardır. Pekala, mutlak kötüler deyince aklınıza gelen ilk isimleri alayım? Erol Taş, Nuri Alço, Coşkun Göğen, Hüseyin Peyda, Kazım Kartal, Kenan Pars... Nedense hep erkekler öyle değil mi? İlla ki kötü kadın karakterler de vardır... Yalnız hafızanızı zorlayın... İsimleri neydi? Güler Ökten, Nebahat Çevre, Ayten Uncuoğlu... Başka, başka? İşte sorunumuzun tohumları burada olgunlaşıyor. Eğer, bir karakter erkekse, ve kötüyse, onun adı bellidir. O, fabrikatördür, jöndür, zengindir, tecavüzcüdür, sosyetiktir, içkiye ilaç atacaktır, gözüne kestirdiği hatunu arabanın camına sıkıştıracaktır, sevdiceği peşini bıraksın diye para teklif edecektir ona... Yani hem sıfatı bellidir, hem de planları... Yalnız bir karakter kötüyse ve kadınsa, onun adı belli değildir. Kötülüğü nerde, ne zaman yapacağı, hangi planları kuracağı, nereden vuracağı belli değildir... Yani dostlar, biz evvelden beri, birisi eğer erkekse, onun kötü olabileceği ihtimalini değerlendirdik. Çünkü bizim için kadınlar her zaman Adile Naşit'ti. İşte bu yüzden kadınların yaptığı en ufak kötü bir davranış bizim ruhumuzda akıl almaz zararlara yol açtı. Çünkü biz, en başından beri, o kadının kötü olacağını düşünmedik, aklımıza gelmedi, öyle bilmedik...

Freud'a göre erkeklerin kadınlar konusundaki zevklerini 3-5 yaşları arasında, annelerinin tavırları ve davranışları belirler. Gelecekte kalbini kaptıracağı insanda, annesinin özelliklerini arar. Hangimizin annesi kötüydü ki? Onlar en iyi, en masum, en sevecen, en sevgi dolu, en yardımsever, en öğretici, en fedakar, en güzel yaratıklar değiller mi? İşte erkeğin kanamalı buhranlarının kökeni de burası...

Yani dostlar, biz kadınları, iyi biliriz. Onlar, bu izlenimi bozuncaya, ya da bizi şüphelendirmeye
başlayıncaya dek de öyle bilmeye devam ederiz. Bizim aklımıza gelmez canımızı en fazla yakacak olanın, en beklenmedik yerde, burnumuzun dibinde olacağı...

Kadınlar... Düşünce yapıları, doğaları ne farklı. Bizleri en kuytumuzdan, kalbimizden vururlar. Gün be gün, an be an etrafımıza, kendi istedikleri ve mutlu olacakları, sentetik dünyayı dizerler. Sevgi deyince akıllarına hükmetmek gelir. Biz sanarız ki onların bacaklarının arasında olan bir tek onlarda vardır. Bizi buna inandırırlar. Bununla kendilerine bağlarlar. Ve bu bağlama işlemi bir kez gerçekleştikten sonra, Pasteur'ün köpeklerinden farkımız kalmaz. Canlarının istediklerini yapmamızı sağlarlar, biz de kuyruğumuzu sallaya sallaya, bundan zevk ala ala yaparız. Çok yakın bir dostumun da dediği gibi, her kadın istediği ilişkiyi yaşar; adamı ağır abi yapan da sünepe yapan da, kadının isteğidir.

Kadın, garanticidir. Rasyoneldir. Sizin spontane geliştiğini sandığınız eylemler bile, onun düşünce evreninde önceden haritalanmıştır. Hiçbir kadın yoktur ki bir sonraki ilişkisini planlamadan, içinde bulunduğu ilişkiyi bitiriversin. Size, gelecektekini, arkadaşım, yoldaşım, kardeşim diye tanıtır. Ve sizin, dımdızlak yalnız kaldığınızda ve onun bir sonraki ilişkisi hakkında bilgi aldığınızda, o ilişkinin ne derece ensest olduğunu düşünmekten başka çıkar yolunuz kalmaz. Kadının sevgisi içten pazarlıklıdır. Kadın, hayat merdivenlerini apışının arasıyla tırmanmayı marifet bilendir. Kadın, maddi beklentileri karşısında bedenini peşkeş çekendir. Bunun yanlış olduğunu bilmez, bilemez. Doğası buna elvermez.

Mekan, paralı bir adamın yatağı, terden nemlenmiş bir çarşafla örtülü. Mekanda, kadının kendini, adama beğendirmek ve kapağı ona atmak için attığı naralar yankılanıyor. Orgazm taklitleri ortamın buğusuna ayak uydurmuş. Kadın, az önce adamın kendine hor davranmasına müsade etmiş, ve sigarasını içerken, adamın gözlerindeki hayran bakışlara bakıp, harem ruhunu tatmin ediyor. Mekan, maddi gücü yüksek erkeklerin takıldığı bir bar, nedense kadınlar hep bakımlı, kıvrak, işveli, dişi... Mekan, bir iş yeri. Kadın, her tarafa mavi boncuk dağıtan tavırlarıyla mekanda raks ediyor. Mekan, Laleli, Kadıköy, Gazi Paşa, İstiklal Caddesi, Kordon...

Zaman, kadının yüksek tınılı kahkahaları ile dikkatleri üzerine çekmeye çalıştığı an. Zaman, kadının dekoltesi ile kendine et muamelesi yapılmasına müsade ettiği, piyasasının yüksek olduğu an. Zaman, kadının, ona sahip olmak isteyen erkeğin hangi kriterleri taşıması gerektiğini anlattığı an. Zamanda ucuz biralar, sigara dumanı, ve bedenlerde şehvetin sırtlan leşi gibi yayılan kokusu dağılıyor. Zaman günümüz, bu yıl...

Dostlar... O'na göre herkes dost, herkes arkadaş. Çünkü herkes ihtimal. Kadına göre çevrede seçeneklerin bulunması gurur okşayıcı. Dostlar... Gözüne kestirdiği adamı tavlamadığı sürece dost, kadının dostları. Dostluğu, çıkarları kesişmediği sürece sağlam. Dostlar... Gelirler, geçerler... Önemli olan O'nun geleceği ve bu geleceği hangi planlarla ulaşacağı...

Ve biz yine oturmuş içiyoruz. Ayık kalıp ne yapalım? Daha bizden ayrılmadan bir başkasıyla iş tutmuş olmasına mı üzülelim? Uzun yıllar harcanan emeğin bir çırpıda bertaraf edilip, üzerinden ay geçmeden başkasıyla nişanlanmış olmasına mı hayıflanalım? Onca yıl birlikte kurulan evlilik hayallerini bir başkası ile gerçekleştiriyor olmasına, hatta ondan çocuk sahibi olmasına mı efkarlanalım ulan? Ayık kalıp ne yapalım? Acaba hangi köşede kendini düzdürüyor diye mi kafa patlatalım? Bir insan bütün bunlara nasıl izin verir, ruhunu nerede kaybetmiştir, masumiyetini nerede bırakmıştır diye mi düşünelim? Bir insan kendine nasıl dürüst olamaz diye mi yakınalım?

Doldur sufi kadehleri aşk ile... Bize gelecek dert de mutluluk da keder de varsın aşktan gelsin. Daha ölmedik ya...

Emre Yılmaz der ki: ''...Bir erkek, doyduğu için kadınından bıkar; bir kadın ise doyamadığı için erkeğinden sıkılır...''.